10 Haziran 2012 Pazar

Şimdi bir de bu moda oldu: YAŞAM BOYU ÖĞRENME



Beni tanıyanlar bilir, Çorumluyum. Ailemin büyük bir kısmı da Çorum’da yaşıyor. Fırsat buldukça kaçar Çorum’a giderim ailemi görmek için. Yüksek lisans yaptığım yıllarda rahmetli babaannem hayattaydı. Beni tanıyacak, sohbet edecek kadar sağlıklı olduğu yıllarda yaptığım Çorum ziyaretlerinde ilk karşılaşmamızda hal hatır sorma bittikten sonra sohbet hep aynı noktaya gelirdi: “Daha bitmedi mi okul?” Cevap da aynı: “Yok, daha bitmedi.” Babaannemi kaybedeli yıllar oldu, okul hala bitmedi, hiç bitmeyecek de. Sadece benim için değil, mesleği bilgi üretiminden az ya da çok etkilenen her birey için geçerli bu gerçek. Yaşam boyu öğreneceğiz, işimizi daha iyi yapabilmek için, güncel şartlara uygun yapabilmek için.

Aslına bakarsanız, bu hiç de yeni bir gelişme değil. Sadece adını yeni koyduk: Yaşam Boyu Öğrenme.  Bu terimi ilk defa Erasmus Koordinatörlüğü yaptığım 2006 yılında duydum. Malumunuz Avrupalılardan ithal bir terim. Onlar Life-Long Learning dedi, biz de beğendik aldık Yaşam Boyu Öğrenme (ya da Hayat Boyu Öğrenme) olarak çevirdik ve dilimize kattık.

Hiç de yeni bir gelişme değil dedim, lafı yarım bıraktım. Babam bir Türk bankasında memur olarak çalıştı ve şimdilerde emekliliğin tadını çıkarıyor. Bir gün bana da onun gibi bir emeklilik yaşamak nasip olur inşallah. Çünkü bankacılıktan emekli oldu da, hayattan değil. Hala öğrenmeye, tecrübe etmeye, sorun geliştirip çözmeye devam ediyor. Bankada çalıştığı dönem zaman zaman Ankara’ya giderdi. Eğitim yapılırmış Ankara’da. O dönem bu bankanın genel müdürlüğü Ankara’daydı, sanıyorum ondandı eğitimin Ankara’da olması. O zamanlar küçüktüm. Garip gelirdi bana kocaman adamın kalkıp bir başka kente eğitime gitmesi. Garip gelirdi çünkü mesleğini icra ederken eğitime çağırdıklarına göre bilmediği bir şeyler vardı. O halde ya babam okulda tembellik etmiş öğretmenlerinin öğrettiklerini öğrenmemişti (çünkü zeki bir adam olduğundan şüphem yoktu, öğrenmek istese öğrenirdi) ya da babamın öğretmenlerinin bilgisi yetersizdi, bilmedikleri bir şeyi nasıl öğretsinler. Bu soru cevapsız kaldı ve rafa kaldırdım.

Yıllar geçti, ben büyüdüm, öğrendim öğrendim, öğrenebildiklerimi paylaşabileceğime kanaat getirmiş olmalılar ki “Hadi sen de öğret.” dediler. Öğretiyorum, aynı babamın öğretmenleri gibi. Ve benim, benimle birlikte aynı emelle öğretenlerin yetiştirdikleri öğrencilerle çalışanlardan kimileri bu öğrencilerden memnun değiller. Çünkü bilgileri yetersiz, aynı babamın öğretmenleri gibi. Benim çocukken kafamda dolaşan düşünceler onların kafasında da dolaşıyor: “Bu öğretmenlerin bilgisi yetersiz.” Kim yeterli dedi ki?

Hiç şüphesiz babamı eğitime çağıranlar bir şeyin farkındaydı. Öğrenmek bir yerde durup biten bir eylem değil, bir süreç, sürekli devam etmesi gereken bir süreç ve öğrenilen her bilgi yetersiz. Hele ki, içinde yaşadığımız çağın bir öncekine kıyasla endüstriyel üretime değil de bilgi üretime dayandığını düşündüğünüzde “Öğrendim, bitti, oldum ben artık” diye düşünenlerin vay haline! Öyle düşünen komşu teyzelere “Hayat Boyu Öğrenme” dediğinizde onların verdiği tepki aynı. “Şimdi bir de bu moda oldu.” diyorlar. Onlar öyle düşünmeye devam etsinler de biz eğer çevirmenlik mesleğine gönül ve emek vermiş bireylersek gelin biz komşu teyzecilik yapmayalım.

Lisans eğitimim sırasında değerli hocam Profesör Doktor Alev Bulut derslerinde çevirmenliği anlatırken ne kadar emek isteyen bir meslek olduğuna vurgu yapar ve çevirmenliğin sürekli merak etmeyi, dünyada olup bitenlerden haberdar olmayı yani dünya gündemini takip etmeyi ve sürekli öğrenmeyi gerektiren bir meslek olduğunu söylerdi. Eğer çevirmen olacaksak yaşam boyu öğrenmeyi hayat prensibi haline getirmeliydik. Samimi olmak gerekirse, bu beni korkuturdu da kimselere söyleyemezdim. Ama gelin görün ki “Bunu oyuna başlamadan bana kimse söylemedi, mızıkçılık yapıyorsunuz, oynamıyorum” deme gibi bir şansım da yoktu.

Şimdi sene 2012 ve gündem hala kimi kesimlerce aynı: ”Neden akademisyen çeviri eğitimciler piyasa şartlarına uygun eleman yetiştirmiyorlar?” Soruya soruyla cevap verip kaytarmak gibi görünebilir (Cem Yılmaz şovunun aldatan koca ile eşini konu alan bölümünde aldatan kocaların zaman kazanmak ve kaytarmak için soruya soruyla cevap verdiklerini canlandırır.) ama niyetim o değil. “Kimin şartlarına, hangi yılın şartlarına göre?”  

Öğrenmeye devam edeceğiniz güzel yıllara…

18 Mayıs 2012 Cuma

Bir Çevirmen Miyav Dedi'ye Başlarken

Blogumun tüm takipçilerine bu yazımla merhaba demek istiyorum. Nicedir blog yazma düşüncesi aklımdaydı ama açık olmak gerekirse biraz çekiniyordum. "Acaba düzenli yazabilir miyim?", "Güncel tutabilir miyim blogumu?", "Takipçilerim olur mu?" gibi sorular vardı aklımda. Sonra bu soruları bir kenara bırakıp yazmaya karar verdim. Öyle ya, yazalım ve görelim, değil mi?
Bu blogu neden başlattım, diye merak edeceksiniz. Çok da uzun olmayan bir düşünce serüveninin neticesi aslında bu blog. Ama bunu anlatmadan önce sizlere kısacık kendimden söz edeyim.
Ben bir çevirmenim, aynı zamanda da çeviri üzerine araştırma yapan, bilim insanı olmaya çalışan genç bir araştırmacıyım. Kendimi tanıttığımda sıkça sorulan sorunun- "Ne araştırıyorsun?"- cevabını siz daha sormadan vereyim. Türkiye'de web sitesi çevirilerinde rol alan kişileri ve bunların arasındaki ilişkiyi araştırıyorum. İlk anda bu herkese biraz yabancı ya da soyut geliyor. Öyle ya, çeviribilim denen bilim dalı şunun şurasında kaç senedir Türkiye'ye tanınıyor ki, bir de bu alanda yapılan araştırmalar bilinsin. Araştırma konumu şöyle açabilirim. Örneğin çok uluslu şirketlerin Türkçe web sitelerine giriyorsunuz. Bu siteler aslında Türkçe olarak sil baştan hazırlanmıyor. Bir metinden Türkçe'ye çevriliyor. İşte ben bu işin başlangıcından tamamlanmasına kadar kimler hangi işleri yapıyor ve bu kişiler birbirleriyle nasıl bir ilişki içindeler onu görmeye çalışıyorum. İşte yazmakta olduğum doktora tezini kısaca özetledim size.
Tabii araştırmalarım bununla sınırlı değil. Çevirmenlerin kullandıkları yazılımları araştırıyorum ya da çeviri kuramı üzerinde düşünüyorum ve yayın yapmaya gayret ediyorum. Kısacası üç ana konu üzerinde yoğunlaştım:   yerelleştirme (web sitesi ve yazılımların çevirisi anlamında), çeviri teknolojisi ve çeviri kuramı.
Araştırmacıyım dedim ama çeviri yapmaktan geri durmuyorum. Çünkü bence bir çeviri araştırmacısının çeviri üzerine konuşabilmesi, yazabilmesi için bizzat çeviri yapıyor olması gerek. Uzaktan bakıp betimlemekle sınırlı kaldığınızda gerçeklikten kopma ihtimaliniz oldukça yüksek.
Bu blogu oluşturma amacıma dönersem. İstedim ki, düşündüklerimi sadece bilimsel yayınlarımda değil daha gayri-resmi ortamlarda da yazayım ki belki çeviriyi yaptıran, çeviri okuyan insanlar bana kulak verir. Çünkü bence Türkiye'de popüler bilim en azından çeviribilim söz konusu olduğunda halka ulaşamadı. Biz hala "fil dişi kulemizde bilim yapıyoruz". Eğer parçası olduğum Türk toplumunda insanlar hala çevirinin ne olduğunu bilmiyorsa bence bu büyük ölçüde biz araştırmacıların kabahati. Yani bence toplum bizi anlasın demeden önce çeviribilimciler olarak biz derdimizi topluma bir anlatırsak, toplum da bizi anlamak için tek bir adım da olsa atar diye düşünüyorum.
Bu blogda çeviri üzerine düşündüklerimi yazacağım, Dileyen okur, beğenir, beğenmez, muhalefet eder, dileyen okumaz. O okuyucunun bileceği iş. Umarım bir parçacık olsun çeviribilimin topluma ulaşmasına katkıda bulunurum. Sağlıkla, keyifle kalın. Görüşmek üzere!