Bugünlerde Geoffrey Samuelsson-Brown’un A Practical Guide for Translators adlı
kitabını yeniden okuyorum. Bu sefer baştan sona atlamadan okuyacağım inşallah.
Daha önceki okumalarımda belirli bir bölüme odaklanıp diğer bölümleri şöyle bir
taramıştım. Hal böyle olunca hiç okumadığım kısımlar oldu.
Kitapta çevirmenliğe dair çok faydalı pratik
bilgiler var. Çevirmen olmayı düşünen adaylara ve mesleğine bir de başkasının
gözünden bakıp yaptığı işe dair farkındalığını artırmak isteyenlere tavsiye ederim.
2004’ten bu yana profesyonel anlamda çevirmenlik yapıyorum, 13 sene olmuş. Samuelsson-Brown’un
yazdıklarını okurken bazen şöyle diyorum: “Aaa bak ben hiç böyle düşünmemiştim.”
Çok defa da şöyle: “Aaa bak benim gibi düşünen başkaları da var, yalnız değilim.”
Hatta sizin düşünüp de söylemediğiniz, söyleme fırsatı bulamadığınız şeyleri
birinin kitaba dökmüş olması içinizi rahatlatıyor.
Bu sabah, pazar sabahı sessizliğini fırsat
bilip kitabın bir bölümünü daha okudum ve bir kavram çok ilgimi çekti: “target
language deprivation”. İnternette hızlı bir arama yaptığımda terimin kitabın
dışında iki web sayfasında daha geçtiğini gördüm. Yani terimin yaygın
kullanıldığını söyleyemeyiz. Hatta web sayfalarından birindeki kullanımın 2004
yılına ait olduğunu, diğer web sayfasının oluşturulma tarihinin ise 2007
sonrası olduğunu dikkate alacak olursak terimin atasının Samuelsson-Brown
olduğunu iddia edebiliriz. Gerek Samuelsson-Brown’un kitabından gerekse bahsi
geçen web sayfalarından anladığım şu: Yabancı bir ülkede uzun süre
yaşadığınızda o ülkenin diline ve kültürüne kendinizi o kadar kaptırırsınız ki
adeta bir yerli gibi düşünmeye ve konuşmaya başlarsınız. Sonuçta çeviri
yaptığınız dil yani hedef diliniz (bu çoğu durumda ana dilinizdir) ile yabancı
yani kaynak diliniz arasındaki sınır bulanıklaşmaya başlar ve bu durum
çevirilerinize de yansır. Anladıklarım bana Amerika’daki Türk arkadaşlarımın
yattığı yol tariflerini hatırlattı. Arkadaşlarımdan “Exit 10’u al” ifadesini
ilk duyduğumda önce şaşırmış sonra da komik bulmuştum. Böyle demelerinin nedeni
içinde yaşadıkları kültürün bireylerinden sıklıkla “Take Exit …” şeklinde
ifadeler duyuyor olmaları ve bunu Türkçe ifade etmek istediklerinde de Amerikalıların
kullandığı dil yapısının etkisi altında kalmaları. Bu gibi yapıları bazen o
kadar benimsersiniz ki ana dilinizin konuşulduğu ülkeye döndüğünüzde dahi o
yapıları farkında olmadan kullanmaya devam edebilirsiniz.
Gündelik hayatta konuşurken bu gibi durumların
olması normal. Sonuçta insanın amacı pratik ve etkili bir şekilde mesajını
karşıya iletmek. Eğer taraflar arasında iletişim adına her şey yolundaysa bir
sorun yok. Zaten karşınızdakinin anlamayacağını düşünseniz başka türlü ifade
edersiniz. Ancak söz konusu çeviri olunca dili kendi kurallarına göre kullanmak
durumundasınız. Yani İngilizce dilbilgisi kurallarıyla Türkçe çeviri
yaptığınızda kaliteli bir Türkçe çeviri ortaya koymuş olmuyorsunuz denebilir.
Belki belli durumlarda bu çok sorun olmayabilir. Ama örneğin İnternet’te
yayınlanacak bir metinde bunu yaparsanız sıkıntılı.
Uzun lafın kısası ana dilinizden, ana dilinizin
konuşulduğu ülkeden uzun süre uzak kaldığınızda böyle bir sorun yaşamak olası.
Türkçe’de bu terime ne diyebiliriz diye düşünürken aklıma ana diline yabancılaşma terimi geldi ama şunu da düşündüm ya hedef
diliniz ana diliniz değilse? Acaba terimin kapsamını daraltmamak için hedef dile yabancılaşma diye mi kullanılmalı?
Birlikte düşünmek isterseniz yorum yazabilirsiniz. İyi pazarlar!