Bilim biraz da ütopyadır. Turgay Hocamın aklıma attığı cümlelerden biri de buydu. Ne demek peki bilimin ütopya olması? Bence şöyle bir şey. Bilim yapan insan (ki bu insanın mutlaka formel bir eğitim almış olması veya belirli bir kurumsal kimliğinin olması gerekmiyor. Bilim insanı olmak için en mütevazı koşul bence bilime kafa yoran meraklı bir zihne sahip olmak.) biraz henüz gerçekleşmemiş olanın ve belki de asla gerçekleşmemiş olanın hayaline kafa yorar. Acaba daha ideal bir dünya yaratmada neler yapılabilir? Acaba dünyanın evrimine hizmet etmek adına insanlık için küçük kendim için büyük olan o adım ne olabilir?
Bugünlerde ütopya
yapmak adına benim kafamı meşgul eden soru şu: Bugünün pandemik dünyasında,
yeni normalde öğrenmek nasıl bir şey? Geçen sabah da Uğur Hocam bu soruya
tekrar kafa yormama vesile oldu. Şöyle dedi ya da ben şöyle anladım: Ya Sinem
bu çocukların dil becerilerini geliştirmeleri için başka hangi yöntemlere
başvurabiliriz? Üzerinde çok da uzun düşünmeden dilimden şu sözcükler
dökülüverdi: Ya hocam, çocuklar nasıl öğrenmekten keyif alıyorlarsa o yöntemi
denesinler ve bu yöntem her bireyin kendine göre. Yani her öğrenme kendine
özgü, bireyin şahsına münhasır (Buradan şahsına münhasır Eralp Hocama da selam
gönderiyorum.). Bugünün dünyasında her şeyin özgünlüğünden, kendine
özgülüğünden bahsediyorsak her öğrenme süreci de kendine has.
Peki bir çerçeve
yok mu? Yani bir sonsuzluğun içinde miyiz? Hem öyle hem öyle değil. Sonsuz
öğrenme potansiyelleri ile donatılmış olarak dünyaya geliyoruz. Ve galiba
dünyaya geliş amacımız o sonsuzluğun içinde şu ana kadar bildiklerimizden yola
çıkarak yani önce bilinenleri araştırıp bildiklerimizden yola çıkarak yeni
bağlantılar kurmak ve öğrenme yolları keşfetmek. Çünkü insan sınır tanımayan
bir varlık. Belirli bir çerçeve içine hapsedemiyorsunuz. Hem rutini,
çerçeveleri, alışkanlıkları seviyor. Çünkü konfor alanımızda güvenli limandayız
hem de o güvenli liman bir süre sonra bize sıkıcı gelmeye başlıyor ve o limanın
ya sınırlarını genişletmek, onu dönüştürmek ya da o limandan ayrılıp yeni
öğrenme potansiyellerine yelken açmak istiyoruz. Yaratmak istiyoruz! Ve bu
yarattıklarımız da birbirimizin parmak izindeki küçük farklılıklar kadar
birbirinden farklı. Kim bilir belki de bu yüzden şeytan ayrıntıda saklıdır
demişler. J
Öğretim üyesi
olarak üniversitede belirli bir müfredat çerçevesinde öğrencilerimin çeviriyi
öğrenmelerine katkı sağlamaya çalışıyorum. Bir yandan öğrencilerin
kaybolmuşluklarını görüyorum. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ama bir yandan da
öyle başka dünyaların insanları gibiyiz ki. Tam bu arkadaşların bir şey öğrenmeye
niyeti yok derken onlar aslında öyle olmadıklarını gösteren davranışlar
sergiliyorlar. Bir türlü senkron olamıyoruz.
Sonra kendime
bakıyorum. Acaba diyorum benzer süreçlerden geçiyor olabilir miyiz ve benim
için sorun teşkil etmeyen bu süreç formel eğitim almakla yükümlü olan onlar
için bir sorun teşkil ediyor olabilir mi? Çünkü ben öğrenme yolculuğuma kendi
hızımda kendi meraklarım doğrultusunda ve müfredatımı kendim belirleyerek,
yöntemimi kendim şekillendirerek devam ediyorum. Yani I am an empowered
student. Neyi nasıl öğrenmek istersem öyle öğreniyorum. (Mesela dans etmeyi ilk
önce adım çalışarak başlamadım.) Yani dünya acaba herkesin tamamen kendi
hızında, kendi hedefleriyle, kendi başına öğrenen bireylerin dünyasına
dönüşüyor olabilir mi? Öğrenmeden yoksun bir hayat tasavvur etmek bence mümkün
değil. Çünkü dünya döndükçe dönüşüyor. Bu dönüşüme ayak uydurmak için yeni
beceriler geliştirmek yeni bilgilerle donanmak zorundayız. Ve bence başka türlü
de hayattan keyif alamıyoruz. Öğrenmediğimizde ve yaratmadığımızda sürekli rutinlerle
yola devam ettiğimizde ruhumuz ölüyor. (Ölmüşüm de ağlayanım yokmuş durumu.) Ama
bu süreç biraz bizim bugüne dek alışkın olduğumuzdan farklı bir sürece
dönüşüyor gibi.
Öncelikle bence
keyifle öğrenme diye bir kavram var. Bence en etkili öğrenenler keyifle
öğrenenler. Keyif öğrenenin merkezinden bakarak analiz edebildiğiniz bir şey ve
herkesin keyif anlayışı farklı. Ve bireylerin keyif beklentilerine sanki formel
eğitimle cevap vermek pek mümkün değil gibi. Çabuk sıkılan bir jenerasyonla
karşı karşıyayız ve gençler hemen pes ediyor ya da hemen sıkılıyor demek de
mümkün ama madalyonun diğer yüzünde de şu da olabilir mi: Acaba biz de geçmişte
sıkılıyorduk ama kendimizi ifade etmiyor muyduk? Çünkü öğretmen en doğrusunu
biliyordu ve öğretmenin çizdiği yoldan saptığımızda strese giriyorduk. Öğrenme
sürecimizde ipler daha çok öğretmenin elindeydi. Şimdi ise öğrencinin elini
güçlendiren bir sistem yaratma yolundayız. Ve öğrenci beklentisine cevap
bulamadığında daha açık bir şekilde bilgi ile yaşadığı karşılaşmada
hissettiklerini ve düşündüklerini daha açık bir şekilde ifade ediyor. Umduğunu
bulamadığında derse gelmeyerek, gelse de katılmayarak tepkisini ifade ediyor.
Bilgi kaynakları arttı, bilginin kaynağı olma konusunda öğretim üyesinin gücü
giderek azalıyor. Bizler de sahip olduğumuz bilgileri daha fazla yazıya
geçirerek ya da videolarla, ses kayıtlarıyla kayıt altına alarak kolektif
bellek arşivini daha da zenginleştiriyoruz. Bu durumda internet ciddi bir
eyleyen rolü görüyor. Öğrenci de bir anlamda şu mesajı veriyor gibi: Kaynaklar
elimin altında hazır nazır olsa ve ben bu kaynaklardan istediğim şekilde
besleniyorum. Siz bana bu süreçte sadece kolaylaştırıcı olun. Bana öğretmeyin
çünkü ben kendi kendine öğrenebilen bir varlığım. Ve benim kendine has bir
beynim var, benim beynimin nasıl öğrendiğini en iyi ben bilebilirim. O zaman
acaba beynimizi tanımaya mı yönelmek lazım?
Tek bir soru:
Çocuğunuz kaşık tutmayı nasıl öğrendi?

"Kaynaklar elimin altında hazır nazır olsun ve ben bu kaynaklardan istediğim şekilde besleneyim. Siz de bana bu süreçte sadece kolaylaştırıcı olun." diyenlerin çoğalması dileğiyle.
YanıtlaSilHocam sizin yalnızca Çeviribilim alanındaki görüşlerinizi değil de hayata bakışınızı anlattığınız bir bloğunuz da olsa keşke severek okuruz, life update gibi
YanıtlaSil